34,4273$% -0.03
36,2705€% -0.08
43,4236£% -0.04
2.836,76%0,02
4.853,00%0,43
3081040฿%-1.18128
20 Eylül 2020 Pazar
Nallıhan Sakarya İlkokulu’nda dördü bitirmiş beşe geçmiştim. Yaz tatilinde köye gitmek için can atıyordum. Pazartesi günü Han Pazarına (Nallıhan Pazarı) gelen dayımla birlikte bir kamyona binerek yola çıktık. Epçeler, Nallıhan’a 36 kilometre uzakta, kırk haneli bir dağ köyüydü. Şoför bizi Meyil köyünde indirdi. Kalan yirmi kilometrelik yokuş yolu yürüyerek, çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı dağları, tepeleri aşarak Epçeler’e vardık.
Bizimkiler, ben doğmadan köyden kasabaya göçmüşlerdi. Köyde tarlalarımız, bahçelerimiz vardı; bunları dayımlar ekip biçiyordu. Köydekilerin çoğu akrabamızdı. Ben daha çok Durmuş Dayım ve Nuriye halamda kalıyor, ablalarım Fadime, Safiye, bazen de Asiye ile birlikte hayvan otlatıyor, Kımılca’ya kiraz toplamaya, Kuzanlar’a bahçe sulamaya, bostan çapalamaya gidiyorduk. Acıkınca bohçamızdakileri yiyor, akşam olunca bahçemizden topladığımız meyve ve sebzeleri eşeğe yükleyip eve götürüyorduk.
Köy hayatı çok hoşuma gidiyordu. Her gün başka bir tarlada çalışıyorduk. Arpaları, buğdayları orak ya da tırpanla biçiyor, tırmık çekerek desteleri topluyorduk. Yere dökülen başakları bir kalburun içine toplamak benim görevimdi. Akşam olunca buğday destelerini kağnıya yüklüyor, dağları tepeleri aşarak harman yerine taşıyorduk. Uzun boynuzlu öküzlerimizin çektiği kağnıların inleyen sesleri kayalıklarda yankılanıyor, bana Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda cepheye mermi taşıyan kadınlarımızı anımsatıyordu.
Harman köyün üst başındaydı. Durmuş dayım, Muhsin ve Halil İbrahim eniştem getirilen desteleri harmanın ortasına yığıyor, sapların bir bölümünü yabayla öbeğin etrafına daire şeklinde seriyordu. Dayım, iki öküzün çektiği düveni bir süre sürdükten sonra bana teslim ediyordu. Saplar, düvenle iyice sürüldükten sonra bir tarafa yığılır; dayım ve eniştem rüzgârlı bir havada tınazı savururdu. Savrulan saman tozları insanın yüzüne gözüne yapışır; boynuna, sırtına girer, çok kaşındırırdı. Harman bitince ekinleri çuvallara doldurup ambara, samanı da samanlığa taşırdık. Köylüler kaldırılan ekinin üçte birini satar, üçte birini öğütür, kalan kısmını ise tohum olarak ayırırdı. Yüzyıllardan beri gelenek böyleydi.
Akşamları dağlardan, tarlalardan dönen hayvan sürüleri köy meydanına gelir; koyunlar kuzular meler, inekler böğürür, eşek anırmaları, at kişnemeleri, çan ve çıngırak sesleri ortalığı inletirdi. Buna hayvan sahiplerinin bağrış çığrışları da eklenince ortalık ana baba gününe dönerdi. Bu manzara beni çok etkiler; çoban köpeklerinin kalın sesli havlamalarını, ineklerin, öküzlerin yalaktan su içmelerini, koyunların, keçilerin ağıla koşmalarını hayranlıkla seyrederdim.
Bir ikindi vakti köyümüze yaklaşan motor horultuları duyulunca herkesi bir heyecan sardı. Nereden yolu düştüyse taşlı, çakıllı, eğri büğrü yolları aşarak köyümüze bir kamyon çıkageldi. Çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden hepimiz toplandık. Köyde, ömründe kasabaya hiç inmemiş, dünyayı Epçeler’den ibaret sanan yaşlılar da vardı. Kamyondan inen iki adam köydeki işlerini gördükten sonra akşamüzeri yola çıkacaklarını söylediler.
İki ay köyde kaldıktan sonra ailemi, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Bu kamyonla kasabamıza gidecektim. Nuriye halam çabucak bana bir torba hazırladı; içine yiyecekler koydu. Bizimkilerle vedalaştıktan sonra kamyona bindim. Dayım ve komşularımız kucaklar dolusu odunu kamyona yüklediler; böylece yol ücretim ödenmiş oldu. Şoför babamı tanıyormuş. Birlikte yola çıktık. Eğri büğrü, engebeli yollarda ilerlemeye başladık. Akşamüstü Döğmeci köyünde mola verdik. Köy muhtarı Mehmet dayı bize sofra kurdu. Karnımızı bir güzel doyurduk. Sohbet esnasında çaylar içildi ama bana çay vermediler.
Muhtar ve köylülerle vedalaştıktan sonra yola çıktık. Zifiri karanlıkta patika yollarda, sarsıla sarsıla ilerliyorduk. Yol kenarlarında derin uçurumlar vardı. İçimi korku sarıyor, yüreğim ağzıma geliyordu. Saatler sonra şoseye indik. Kamyonun horultusundan kulaklarım tıkanmıştı. Sonunda sağ salim Nallıhan’a geldik. Amcalara teşekkür ettikten sonra elimde torbayla evin yolunu tuttum.
Gecenin geç bir vaktinde kapıyı tıklattım. Heyecandan neredeyse ağlayacaktım. Annem uykulu gözlerle kapıyı açtı. Beni görünce çok sevindi, kucaklaştık. Babam başka bir köyde çalıştığı için evde yoktu. Ağabeylerim çoktan uyumuşlardı. Köyden getirdiğim torbadan peynir, yumurta ve tereyağı çıkardım. Annem tarhana çorbası pişirdi, karnımızı doyurduk.
Bir hafta sonra Durmuş dayım bir eşekle Nallıhan pazarına geldi. Geceyi bizde geçirdi. Bana yolculuğumun nasıl geçtiğini sordu.
“İyi geçti” dedim. “Döğmeci köyünde konakladık. Muhtarın evinde yemek yedik, çay içtik.”
“Sen de içtin mi?”
“Yooo! Bana çay vermediler.”
Dayım muhtara kızdı: “Çok ayıp etmiş. Demek ki seni adam yerine koymamış!” dedi. Muhtar bana neden çay vermemişti? Evde çay bardağı mı eksikti, yoksa şeker mi kıttı? Büyüklerin yanında bir çocuğun çay içmesi ayıp mıydı?
Aradan kırk yıl geçti. Nallıhan’da bir dükkânda bu anımı anlatırken orada oturan yaşlı bir amca; “Dayısının o muhtar bendim. Sen gittikten sonra yüreğime takıldı. Hâlâ bunu unutmuş değilim. Sana bir çay ısmarlayayım da borcumu ödeyeyim.ˮ demez mi?
Bu ne büyük bir tesadüftü!.. Bunca yıl aradan sonra Mehmet dayının beni hatırlaması hoşuma gitmişti.
“İçeriz dayı” dedim; “Kırk yıl bekledik. Acelesi ne? Şimdi işim var, inşallah başka zaman.”
Sonraki günler işlerimin yoğunluğundan Mehmet dayı ile karşılaşamadık. Ertesi yıl yaz tatilinde Şahin ustanın dükkânına uğradım:
“Mehmet dayının bir çayını içeceğim. Borcunu ödesin artık.” dedim.
“Sen o çayı öte dünyada içersin. Dayı, sizlere ömür…”
Mehmet dayı, bana bir çay bile ikram edemeden bu dünyadan göçüp gitmişti. Onun ısmarlamak istediği çayı içmediğim için hayıflandım. Şahin’e;
“Öte dünyada, Mehmet dayının sadece çayını değil, kahvesini de içmek şart oldu.” dedim.
Bahattin Gemici
Nallihanhaber.com