BİNBAŞININ KIZININ NALLIHAN AŞKI FİNAL

Çubuklu’da tutulan ev cadde üzerinde yeni yapılmakta olan iki katlı bir inşaatın üst katıydı. İnşaat diyorum zira ev henüz bitmemişti. Biz taşınacağımız için üst katı alelacele bitirmişler, alt katta yapım devam etmekteydi. Kenarlıkları olmayan bir merdivenle üst kata çıkardık. Annem düşeceğiz diye çok korkardı. O ilk İstanbul günlerinde hastalandığımı ve günlerce ateşler içinde yattığımı anımsıyorum. Burada birkaç ay oturduktan sonra üst sokakta daha güzel bir ev bulup oraya taşındık. Burası geniş bahçesi olan iki katlı ahşap büyük bir evdi. Alt katta ev sahibi, o zamanki İstanbul Emniyet Müdürü Celal Kosova otururdu. Bize ait bir de çatı arası vardı. Evin ön odalarından boğaz manzarası tüm güzelliğiyle görünürdü. Babam Ömerli’de görev yapıyor, sabahları çok erken kalkıp gittiği ve akşamları de eve geç geldiği için onu göremiyordum bile. Ağabeyim yatılı okuldaydı. Küçük kardeşim ilkokula başlamıştı ancak aynı yıl o zamanlar çok tehlikeli bir hastalık olan difteriye yakalandı. Okula gidemedi. Annemi zaman zaman onun yatağının başucunda ağlarken görürdüm. Ardından anneannem hastalandı ve “bana daha iyi bakar” diyerek Ankara’da yaşayan büyük teyzemin yanına taşındı. Anneannem çocukla çocuk, büyükle büyük olmasını bilen çok hoş bir kadındı. Evin bütün işlerini o yapardı. Bizi o büyütmüştü. Yaramazlıklarımıza büyük bir hoşgörü ile katlanırdı. Namaz kılarken sırtına binerdik. Hiç kızmazdı. Onu çok severdim. Anneannemin de gidişiyle ev tam bir vahaya dönüşmüştü benim için. Nallıhan günlerindeki o coşku, birliktelik, mutluluk sanki bir bıçak gibi kesilmiş tek kişilik bir yalnızlığa mahkum edilmiştim. Artık ne annemin okuduğu masallardan eser vardı ne de babamın bizleri toplayıp anlattığı çocukluk anıları. Evimize gelen giden de yoktu. Radyonun bile sesi kesilmişti. Hafta sonları babamın ve ağabeyimin yolunu gözlüyor ama geldiklerinde çoğunlukla babam odasında dinlenmede ağabeyim de ders çalışıyor olduğundan onları doğru dürüst göremiyordum bile. Nallıhan ise anılarımdaki o güzide yerini koruyor, geceleri uykuya dalmadan önceki tek hayalim ve tesellim oluyordu. Tüm ailenin bir araya geldiği bir hafta sonuydu. Bahar çiçekleri yeni yeni yüzlerini göstermeye başlamışlardı. İçimde bir sıkıntı vardı. Babamın, “hadi çocuklar hazırlanın da birlikte gezmeye gidelim” sözü bile içimdeki sıkıntıyı gidermeye yetmemişti. Annem, okulu nedeniyle zorunlu olarak hafta sonlarına kalan çamaşır, ütü, temizlik, yemek gibi ev işleri ile uğraşıyordu. O zamanlar evlerde buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elektrikli ütü olmadığından ev kadınlarının işi hayli zordu. Yemekler günlük pişirilir tel dolaba konulurdu. Çamaşır elde leğende yıkanır, beyaz olanlar kazanda kaynatılırdı. İçine kor konulan, dökme demirden yapılmış kapaklı kömürlü ütüler kullanılırdı. Yemekler, haznesine gaz konulan pompalı gaz ocağında pişirilirdi. Babamın o günkü gezme teklifine bu nedenle annem katılamadı. Zaten babam da teklifini biz çocuklara yapmıştı. Evden çıkıp, parke taşlı, etrafı ağaçlarla dolu Çubuklu yollarından tepedeki koruya doğru yürümeye başladık. Etraf mis gibi bahar kokuyordu. Erguvan ağaçları, pembe, mor beyaz salkımlar açmaya yüz tutmuşlardı. Şimdiki Hidiv Kasrına giden bu yolda yürüyorduk ki babam birden durup “çocuklar” diye söze başladı. Önemli bir şey söyleyeceğini hissetmiş gibi yanında durup elini tuttum. Bir süre öylece durdu sonra “anneanneniz ölmüş ama bunu annenize nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum” dedi. Kalakalmıştım, bütün kanım vücudumdan çekilmeye ellerim uyuşmaya başlamıştı. Anneannem, o bana akşamüstleri türküler söyleyen, her şeyimi anlattığım anneannem yok mu artık. Vedalaşamamıştık bile.. Babamın elini bırakıp yere oturduğumu, o arada ağabeyimin “ben söylerim” dediğini ve o gün akşama kadar dolaştığımızı anımsıyorum. Eve geldiğimizde işlerini bitirmenin rahatlığı ile hepimizi sevinçle kapıda karşılayan annemin gülümseyen yüzüne bakıp şefkatle ve hüzünle dolduğumu ve yaşlı gözlerimi saklamaya çalıştığımı hep hatırlarım. Bir gün eve geldiğimde annemin bağıra bağıra ağladığını ve hıçkırıklara gömüldüğünü gördüğümde bu acı haberi duyduğunu anlamıştım. Günlerce gecelerce ağladı. Okuldan öğretmen arkadaşları, mahalledeki komşular geldiler gittiler. Bu kalabalık, bu gelmeler Nallıhan günlerindeki komşuluklara benziyorsa da aradaki fark orada sevincin burada acının yaşanıyor olduğuydu. Oradakiler içten, doğal, sevecen buradakiler mesafeli, sanki vazife yapıyormuş gibiydiler. Oradakiler bizimkiler, buradakiler İstanbul’lulardı. Hiç kimse benim farkımda bile değildi. Kimseyi üzmemek için sessizce bir köşeye çekilir kitap okurdum. Nallıhan’da edindiğim okuma alışkanlığımın pekiştiği dönemdir, bu yıllar. Bir yıl sonra Çubuklu’dan ayrıldık. Çamlıca’ya Kısıklı’ya taşındık. Ben Üsküdar Kız Kolejinde orta okula başlamıştım. Annem ise Bağlarbaşı ilk okuluna atanmıştı. Ailemiz için en uygun İstanbul olduğuna karar verilmişti. Babam albaylığa terfi etmiş Kırklareli 33. Tugay’da görev yapmaya başlamıştı. Artık yalnızca hafta sonları eve gelebiliyor, kışları ise yollar karla kapandığından bazen bir ay babamı göremediğim oluyordu. O günlerden bu yana dedim ya elli yıl geçti diye. Sevdiklerimiz teker teker bu dünyadan göçtüler. Büyüdük, olgunlaştık, değiştik. Acılarla ve tek kişilik yalnızlığımızla başa çıkmayı öğrendik. Öğrenemediğimiz ya da öğrenmek istemediğimiz özlemlerimizi, tutkularımızı, anılarımızı unutabilmek oldu. Zaman zaman acı verse de geçmişe dönmeyi artık daha çok seviyorum. İstanbul’a geldiğimiz o yıldan bu yana İstanbul’da yaşıyorum. Başka şehirlere, başka ülkelere gidip geldimse de İstanbul artık benim uzun yıllarımı geçirdiğim şehrim. O günlerden bu yana aynı kalan bir şey var. Hala tek kişilik yalnızlığım devam ediyor ve hala çocukluğumun Nallıhan’ını çok seviyor ve özlüyorum. Binbaşının kızının Nallıhan sevdası ve anıları bu altı bölümlük yazı dizimizde son buldu. Bize Nallıhan anılarını gönderen akıcı ve uslubuyla ilçemizi en güzel şekilde tanıtan Meral ARIK hanıma tüm Nallıhan halkı adına teşekkür ediyorum. TANER DEMİR tan1er1@hotmail.com 0553 643 23 69