BİNBAŞININ KIZININ NALLIHAN AŞKI 4

İstanbul TEM’den Akyazı, Kuzuluk, Mudurnu’nun kenarından geçerek Nallıhan’a varacaktık. Bu kadar yakınımda olan bir yere şimdiye kadar neden gitmediğimi düşünüyordum. Kısmet denen şey işte bu olmalı. Oraya gitmek, o günlere dönmek, tekrar çocuk olmak demek. Mazide kalan unutulmuş bir sevgiliye kavuşmanın heyecanı gibi, silikleşmiş resimlerin tekrar parlaklaşması gibi, kaybolmuş hazların yeniden tadılması gibi bir şey bu. Yolları, dereleri dağları aştık. İlkbaharın bütün renkleri yolculuğumuza eşlik ettiler. Dağların zirveleri karlıydı, ovalarda sürüler otluyordu. geliyorum. O coşku dolu, o sükun dolu günleri bir kez daha yaşamam imkansız. Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz derler ya. Biliyorum çocukluğumun bana o pek kocaman gelen evlerini, bahçelerini, yollarını bulamayacağım artık. Onlar mı küçüldü yoksa ben mi büyüdüm.. Ne ailem, ne komşularımız ne de arkadaşlarım orada değiller artık. Bir tek Meliha’yı bulabildim o günlerden arta kalan. Hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık. Sürüklendik, üfürüldük, ufalandık. Büyümek deniyorsa bunun adına, hayır ben büyümek istememiştim ki. Sonra usulca şunlar dökülüyor dudaklarımdan: Benim Nallıhan’ım… Bekle beni.

NALLIHANLA BULUŞMA

İstanbul’dan çıktığımız yolculuğumuz devam ediyor, Nallıhan’a geliyorduk. Meliha “yaklaşınca telefon edin, eşim sizi girişte karşılayacak” demişti. Gönlümde iz bırakan bu yeri görmekteki sabırsızlığım yerini tatlı bir heyecana bırakmıştı şimdi. Nallıhan’a yaklaşıyorduk. Mevsim ilkbahardı. Ilık güneşli bir hava vardı. Bulutlar gökyüzünde ağır ağır yürüyorlardı. Yollar asfalt olmuş, o zamanlar topraktı, ama etraf aynı. Hatırlıyorum işte boz tepeler! Çeltik tarlaları yok olmuş, domates, biber tarlaları gözüme ilişiyor. Eşime arabayı yavaş sürmesini söylüyorum. Bu doğayı doya doya görmem, içime çekmem lazım; bir sağa bir sola özlemle bakıyorum. Bir tanıdık yer, bir bildik yüz mü arıyorum ne? Yolun kenarından mahalli giysileri ile yürüyen tek tük insanlar geçiyor. Hepsi tanıdık geliyor bana. Nallıhan’a girdik. Işıklı bir kavşakta bekliyoruz. Tanıdıklar çoğalmaya başladılar. Ağzım kulaklarımda. Arabadan inip koşmak ve bağırmak istiyorum. “Heeey, ben geldim, Meliha, Ruhan, Adile, Vedat, Sakıp, Adem nerelerdesiniz”? Önce oturduğum evi ve okuduğum ilkokulu görmek istemiştim. Doğruca ilçe merkezine yöneldik. Eşime heyecanla yolu gösteriyor bir yandan da anlatıyordum. İşte okulum diyordum. Önünde durup arabadan indik. Restore edilmiş, Belediye binası olmuş. Bahçesi ağaç ve çiçeklerle dolu. Bahçe girişine güzel demir işlemeli büyük bir kapı yapmışlar. O zamanlar yoktu. Bahçesindeki havuzu arıyor gözlerim, etrafına doluşup balıklara yem atardık. Havuz yok, yerine değişik bitkilerden oluşan botanik havuzu yapmışlar, kenarına da oturma sıraları, bu da güzel. Eşim “oyalanmayalım, arkadaşın bekliyor” diyor. Ama evimi görmeliyim. Okulun yanındaki sokaktan yukarı doğru çıktık. İşte orada. Yan yana birbirine yapışık duran iki katlı ikiz ev. Soldakinde Şengül Abla’lar sağdakinde biz otururduk. Evin tam karşısındaki okulun arka duvarına sırtımı dayayıp evimi seyre daldım, geçmişin hayaline kapıldım. Evimizin kocaman bir demir anahtarla açılan çift kanatlı geniş ahşap kapısı vardı. Dışı sarı boyalı, pencereler beyaza boyalı ahşap çerçeveleriyle bir masal evi gibiydi. Kapının açıldığı bir avlu, avlunun sağında iki oda vardı. İlki oturma odası olarak kullandığımız ve içinde dört somyalı divan, bir yemek masası, sandalyeleri, radyo ve kitaplık olan tüm zamanımızın geçtiği odaydı. Bu somyalar gündüzleri divan, geceleri yatak olur, anneannem, abim, küçük erkek kardeşim ve ben orada yatardık. Odanın bahçe tarafına bakan iki büyük penceresi vardı. Evin duvarları öylesine kalındı ki, pencerenin içindeki genişliğe çıkıp oturur, bahçeyi seyrederdim. Bu cam önü, her mevsim oturup bahçedeki ağaçları, kuşları, kedilerin koşuşturmalarını, kışın karları seyrettiğim, çok sevdiğim mekanımdı. Buraya bana ait bir minder koymuşlardı. Bazen da arkadaşımla pencerenin içine karşılıklı oturur, dizlerimizi bükerek, sırtımızı yan duvarlara dayar, sohbet eder, birbirimize hikayeler anlatırdık. Avlunun yerleri iri taşlarla döşenmişti. Solunda geniş bir tahta kerevet dururdu. Yaz günleri evin en serin yeri burasıydı. Burada pek oturmazdık, zira karanlık olurdu. Avluya açılan sağdaki ikinci kapı mutfağın kapısıydı. Kocaman geniş bir mekandı burası. Mutfağın bahçeye açılan bir kapısı ve yine bahçeye bakan geniş bir penceresi vardı. Mutfakta kocaman bir tahta masa, yanında kerevet ve yine tahta iskemleler ile, sıra sıra dizilmiş bakır kaplar bulunurdu. Bir de büyük bir şöminesi vardı. İçinde yemeğin pişirildiği büyük bir ocaktı bu. Hayallerden sıyrılıp evime bakıyorum; bizim taraf restore edilmiş. Çelik giriş kapısı, camlara pimapen çerçeveler takılmış. Evin rengi de değişmiş, pembeye boyanmış. Geniş üç mermer basamak duruyor. Üst katın penceresi açık, tülü savruluyor. Orası benim hayallere daldığım misafir odamız. Bahçesi yok olmuş. Eski malzemelerle dolu bir hurda deposu görünümünde. “Evi eski haliyle bulmayı tercih ederdim” diye düşünüyorum. Keşke restore ederken orijinal şeklini bozmasalardı! Komşumuzun evi tüm sevimliliği ile aynen duruyor, ama harap. Aynı sarı aşı boya, aynı beyaza boyalı ahşap çerçeveler, aynı bahçe, ama perdeleri sımsıkı kapalı, boş. İki evin arasında yerden göğe doğru uzanan kalın mermer bir sütun dikkatimi çekiyor. Tarihi bir eser bu. Eskiden var mıydı, hatırlamıyorum. Mahallenin diğer köşelerine, evin arkasındaki yamaca doğru sıralanmış evlere bakıyorum. Her şey aynı. Şu yamaçtaki ilk ev Adile’lerin eviydi. Babası savcı idi. Oflu olduklarını anımsıyorum. Onlara oyun oynamaya giderdim. Birbirimizi kollarımızdan tutup “Of kapısından pır” diye savurarak bir oyun oynardık. O evin yanında hakimin evi vardı, çocuklarla yıldızının barışmadığı hanımın evi. İşte sağ tarafta komşularımız Elmas ve Emine’nin evleri. O da terkedilmiş gibi. Alt tarafta bahçesinden akasya çiçekleri yediğimiz ve inekleri yavruladığında bize avuz getiren komşumuzun evi duruyor. Değişen hem öyle az hem öyle çok şey var ki. Mahallemiz olduğu gibi yerinde, ancak evlerde oturanlar yok.   TANER DEMİR